T.C. Roma Büyükelçiliği

Ambasciata    di Turchia -

-    Turkish Embassy

 

Peter Michael Lingens: «Türkiye ile görüşmeli mi?»

Profil, 23.08.2004

 

Samuel Huntington’un argümanlarından çok Jörg Haider’inkileri tercih etmemin nedeni;

Samuel Huntington Türkiye’nin AB’ne katılımı konusunda uyarıyorsa, bunu ciddiye almak ve ‘’gerici’’ deyip geçmemek gerekir. Nitekim bir Helmut Schmidt de katılım konusunda uyarıyor, oysa Jörg Haider bunu memnuniyetle karşılıyor. Ama hangi argümanın kimin tarafından söylendiğini bir tarafa bırakıp, burada her iki yönde de mantıklı argümanların bulunduğu çok zor bir kararın söz konusu olduğunu kabul etmek lazım.

Haider’in Türkiye’nin Birliğe alınmasının onu İslamcı köktendincilikten koruyacak en iyi yol olduğu şeklindeki argümanının yanı sıra, Huntington’un AB’nin böyle bir deney ile güç sınırını aşacağı yönündeki endişesi de haklı nedenlere dayanıyor.

Ben Huntington’dan çok Haider’a yakınım ve bunun nedenini açıklamak istiyorum:

Samuel Huntington, ‘’Türk hükümeti ile Türkiye’deki elit tabaka 20’li yılların sonlarından bu yana, Türkiye’nin Avrupalılaşmasını teşvik ettiler. Kemal Atatürk Arap harflerinin yerine Latin alfabesini kabul etti, hilafeti kaldırdı ve Türkiye’yi modern bir Avrupa ülkesi yapmak istedi. Bundan 70 yıl sonra bu amaca yalnız kısmen ulaşıldı. Türklerin büyük bir çoğunluğu hala Müslüman kültürünü muhafaza ediyor’’ diyor.

Ama Huntington’un başarısızlığa çok yakın bulduğu şey, aslında büyük bir başarı olarak da tanımlanabilir: Türkiye yalnız 70 yıl içinde Müslüman bir halifelik olmaktan kurtuldu.

Atatürk daha da ileri giderek, fesi yasakladı. Onun yerine geniş kenarlı şapkaların takılmasını istedi ve böylece Müslümanların elinden Allah ile doğrudan iletişim kurma imkanını almış oldu. Bu bizim ölçülerimize göre, haçın yasaklanması gibi bir şey.

Böyle bir girişim tepkisiz gerçekleşemez. Buna rağmen bunun siyasi sonucu, bizimkine benzeyen bir hukuk sistemi, bizimkine benzeyen bir eğitim sistemi ve zamanla işlevini yerine getirmeye başlayan demokratik bir sistem oldu. Her şeyden önce de din ile devlet işleri birbirinden ayrıldı. Avusturya’da okullarda bugün bile duvara haç asılması zorunluluğu var. Buna karşın Türk okulları ve üniversitelerinde başörtüsü ile ders vermek yasak.

Din ile devletin ayrılması geleneğine, bugün iktidarda bulunan İslamcı parti de şimdiye kadar uydu. Bence Türkiye’nin AB’ne alınmasının en önemli şartı, İslam kültüründen vazgeçmek değil, bu ayrımın sarsılmazlığı olmalı.

Burada AB içinde daha yapılmamış bir tartışma da söz konusu: Bazı AB ülkeleri AB Anayasası’nda Hıristiyanlık öğesine yer verilmesini istiyor. İşte ben buna karşıyım. Kültürümüzün önemli Hıristiyan köklere dayandığını inkar ettiğimden değil (bu arada diğer kökleri de unutmamak gerekir), hangi yönden gelecek olursa olsun Huntington’un deyimiyle bir ‘’Kültürler Savaşı’’ndan korktuğum için. George W.Bush’un haçlı seferlerini de desteklemekten yana değilim.

Bu yüzden yalnız Hıristiyanlıkta değil, aydınlanma çerçevesinde din ile devletin birbirinden ayrılmasını da batılı Garp kültrünün önemli bir unsuru olarak görmeye önem veriyorum. AB’ne katılım konusunda, İrlanda’daki Katolik kilisesinin devlet üzerindeki hala geçerli olan yoğun nüfuzunun, devlet üzerinde nüfuzu olmadığı sürece Türkiye’deki İslam geleneğinden daha büyük bir engel teşkil edebileceği kanısındayım.

Böylelikle Türkiye ile giriş müzakerelerine ilişkin oldukça basit bir pozisyonu savunuyorum: Olumlu sonuçlanması için, bu görüşmelerin din ile devlet ayrımının geri dönülmez bir şekilde sağlama bağlanmasıyla sonuçlanması gerekir.

Bunun için Tanrı’ya mı Allah’a mı, yoksa İsa’ya mı dua edeceği, herkesin kendi bileceği iş.

Ancak Tanrı’nın, Allah’ın, ya da Tanrı’nın oğlunun hepsinin erkek olması bana ilginç geliyor. Atatürk’ün savaşı özellikle de kadına erkek ile eşit haklar tanıma savaşıydı, ki bu Türkiye’de bundan 70 yıl önce gerçekleşti. Bunun 2004’te nasıl uygulandığını ‘’Duvara Karşı’’ isimli film gösteriyor. Buna rağmen Türkiye’nin ‘’Avrupalılaşması’’ bu alanda da gözardı edilecek gibi değil: İstanbul ya da Ankara’nın görüntüsü, (en batılı İslam ülkelerinden biri ile kıyaslanmak istenirse) Marakeş’in görüntüsünden daha çok Viyana’ya benziyor.

Tabi liberal New York ne kadar (Protestan ve tutucu) ABD sayılabilirse, İstanbul ya da Ankara da o kadar Türkiye sayılır. Ankara başkent, İstanbul ise Avrupai bir büyük şehir. Bunun aksini iddia etmek saçma olur: Konstantinopel yüzyıllarca ‘’dünyamızın’’ merkezlerinden biriydi.

Ayrıca kahve, şarap ve biradan sonra Garp dünyasının üçüncü sıradaki içeceği.

Türkiye’nin bir ‘’Avrupa ulusu’’ olup olmadığı sorusunu, bir ‘’Avusturya ulusu’’ olup olmadığı sorusu ile aynı şekilde cevaplıyabiliriz: Yakın geçmişe dayanan nedenlerden böyle olmak istediğimiz için buyuz.

Bugünkü Türkiye yakın geçmişe dayanan nedenlerden bir Avrupa ulusu olmak istiyor. Bunu halk tarafından demokratik yolla seçilen bir hükümet söylüyor. Bu ülke ile giriş müzakerelerini Huntington’un zihniyetiyle, halkının çoğu Allah’a inanıyor diye reddetmek, Avrupa’nın elde ettiği en önemli başarılardan birini, yani din ile devletin ayrılması ilkesini dikkate almamak demektir.

Not: Türkiye’nin bunun dışında katılımın tüm şartlarını yerine getirip getirmediği ise başka bir konu. Bunun titizlikle araştırılması gerekir. Ama eğer Türkiye bu sınavı verirse, Birliğe alınmak zorundadır. Hem de İslam ile birlikte.

 

  

T.C. Roma Büyükelçiliği, harici web sitelerinin içeriğinden sorumlu değildir
Copyright © 2004 Turkish Embassy, Rome-Ambasciata di Turchia, Roma