Samuel Huntington’un argümanlarından
çok Jörg Haider’inkileri tercih etmemin nedeni;
Samuel Huntington Türkiye’nin
AB’ne katılımı konusunda uyarıyorsa, bunu ciddiye almak ve ‘’gerici’’
deyip geçmemek gerekir. Nitekim bir Helmut Schmidt de katılım konusunda
uyarıyor, oysa Jörg Haider bunu memnuniyetle karşılıyor. Ama hangi argümanın
kimin tarafından söylendiğini bir tarafa bırakıp, burada her iki yönde
de mantıklı argümanların bulunduğu çok zor bir kararın söz konusu olduğunu
kabul etmek lazım.
Haider’in Türkiye’nin Birliğe alınmasının
onu İslamcı köktendincilikten koruyacak en iyi yol olduğu şeklindeki argümanının
yanı sıra, Huntington’un AB’nin böyle bir deney ile güç sınırını
aşacağı yönündeki endişesi de haklı nedenlere dayanıyor.
Ben Huntington’dan çok Haider’a
yakınım ve bunun nedenini açıklamak istiyorum:
Samuel Huntington, ‘’Türk hükümeti
ile Türkiye’deki elit tabaka 20’li yılların sonlarından bu yana, Türkiye’nin
Avrupalılaşmasını teşvik ettiler. Kemal Atatürk Arap harflerinin yerine
Latin alfabesini kabul etti, hilafeti kaldırdı ve Türkiye’yi modern bir
Avrupa ülkesi yapmak istedi. Bundan 70 yıl sonra bu amaca yalnız kısmen
ulaşıldı. Türklerin büyük bir çoğunluğu hala Müslüman kültürünü
muhafaza ediyor’’ diyor.
Ama Huntington’un başarısızlığa çok
yakın bulduğu şey, aslında büyük bir başarı olarak da tanımlanabilir:
Türkiye yalnız 70 yıl içinde Müslüman bir halifelik olmaktan kurtuldu.
Atatürk daha da ileri giderek, fesi yasakladı.
Onun yerine geniş kenarlı şapkaların takılmasını istedi ve böylece Müslümanların
elinden Allah ile doğrudan iletişim kurma imkanını almış oldu. Bu bizim
ölçülerimize göre, haçın yasaklanması gibi bir şey.
Böyle bir girişim tepkisiz gerçekleşemez.
Buna rağmen bunun siyasi sonucu, bizimkine benzeyen bir hukuk sistemi,
bizimkine benzeyen bir eğitim sistemi ve zamanla işlevini yerine getirmeye
başlayan demokratik bir sistem oldu. Her şeyden önce de din ile devlet işleri
birbirinden ayrıldı. Avusturya’da okullarda bugün bile duvara haç asılması
zorunluluğu var. Buna karşın Türk okulları ve üniversitelerinde başörtüsü
ile ders vermek yasak.
Din ile devletin ayrılması geleneğine,
bugün iktidarda bulunan İslamcı parti de şimdiye kadar uydu. Bence Türkiye’nin
AB’ne alınmasının en önemli şartı, İslam kültüründen vazgeçmek değil,
bu ayrımın sarsılmazlığı olmalı.
Burada AB içinde daha yapılmamış
bir tartışma da söz konusu: Bazı AB ülkeleri AB Anayasası’nda Hıristiyanlık
öğesine yer verilmesini istiyor. İşte ben buna karşıyım. Kültürümüzün
önemli Hıristiyan köklere dayandığını inkar ettiğimden değil (bu
arada diğer kökleri de unutmamak gerekir), hangi yönden gelecek olursa
olsun Huntington’un deyimiyle bir ‘’Kültürler Savaşı’’ndan
korktuğum için. George W.Bush’un haçlı seferlerini de desteklemekten
yana değilim.
Bu yüzden yalnız Hıristiyanlıkta değil,
aydınlanma çerçevesinde din ile devletin birbirinden ayrılmasını da batılı
Garp kültrünün önemli bir unsuru olarak görmeye önem veriyorum. AB’ne
katılım konusunda, İrlanda’daki Katolik kilisesinin devlet üzerindeki
hala geçerli olan yoğun nüfuzunun, devlet üzerinde nüfuzu olmadığı sürece
Türkiye’deki İslam geleneğinden daha büyük bir engel teşkil edebileceği
kanısındayım.
Böylelikle Türkiye ile giriş müzakerelerine
ilişkin oldukça basit bir pozisyonu savunuyorum: Olumlu sonuçlanması için,
bu görüşmelerin din ile devlet ayrımının geri dönülmez bir şekilde sağlama
bağlanmasıyla sonuçlanması gerekir.
Bunun için Tanrı’ya mı Allah’a mı,
yoksa İsa’ya mı dua edeceği, herkesin kendi bileceği iş.
Ancak Tanrı’nın, Allah’ın, ya da
Tanrı’nın oğlunun hepsinin erkek olması bana ilginç geliyor. Atatürk’ün
savaşı özellikle de kadına erkek ile eşit haklar tanıma savaşıydı, ki
bu Türkiye’de bundan 70 yıl önce gerçekleşti. Bunun 2004’te nasıl
uygulandığını ‘’Duvara Karşı’’ isimli film gösteriyor. Buna rağmen
Türkiye’nin ‘’Avrupalılaşması’’ bu alanda da gözardı edilecek
gibi değil: İstanbul ya da Ankara’nın görüntüsü, (en batılı İslam
ülkelerinden biri ile kıyaslanmak istenirse) Marakeş’in görüntüsünden
daha çok Viyana’ya benziyor.
Tabi liberal New York ne kadar (Protestan
ve tutucu) ABD sayılabilirse, İstanbul ya da Ankara da o kadar Türkiye sayılır.
Ankara başkent, İstanbul ise Avrupai bir büyük şehir. Bunun aksini iddia
etmek saçma olur: Konstantinopel yüzyıllarca ‘’dünyamızın’’
merkezlerinden biriydi.
Ayrıca kahve, şarap ve biradan sonra
Garp dünyasının üçüncü sıradaki içeceği.
Türkiye’nin bir ‘’Avrupa ulusu’’
olup olmadığı sorusunu, bir ‘’Avusturya ulusu’’ olup olmadığı
sorusu ile aynı şekilde cevaplıyabiliriz: Yakın geçmişe dayanan
nedenlerden böyle olmak istediğimiz için buyuz.
Bugünkü Türkiye yakın geçmişe
dayanan nedenlerden bir Avrupa ulusu olmak istiyor. Bunu halk tarafından
demokratik yolla seçilen bir hükümet söylüyor. Bu ülke ile giriş müzakerelerini
Huntington’un zihniyetiyle, halkının çoğu Allah’a inanıyor diye
reddetmek, Avrupa’nın elde ettiği en önemli başarılardan birini, yani
din ile devletin ayrılması ilkesini dikkate almamak demektir.
Not: Türkiye’nin bunun dışında
katılımın tüm şartlarını yerine getirip getirmediği ise başka bir
konu. Bunun titizlikle araştırılması gerekir. Ama eğer Türkiye bu sınavı
verirse, Birliğe alınmak zorundadır. Hem de İslam ile birlikte.
|